Bugün bir garibim. Hırslıyım, üşengecim, üzgünüm, mutluyum. Garip işte. Garipliği duyguların gelgitliği değil. Hepsinin aynı anda gelmesi.
UCL kütüphanesindeyim, pazartesiye iki essay var ve korkmuyorum, çalışmaktan okumaktan da bıkmıyorum. Hatta çok zevk aldığım bir noktadayım. Ama hayat ilginç, örneğin şimdi okulun bahçesinde Kıbrıslılar Türkiye'nin Kıbrıs işgalini protesto ediyorlar. Mesela sırf eğlencesine Türk bayrağı açsam, ölümüm kesin. Ne trajikomik! Hayatın pamuktan bir ip oluşu, pek çok şeyin sorgusuz sualsiz olup bitişi, insanların fazlasıyla içgüdüsel oluşu.
Tüm bu tuhaf özelliklerine rağmen, ben o insanoğlunu seviyorum, onlarla dalga geçsem de onların arasında olmak istiyorum. Fakat kütüphaneden memnun değil miyim? Memnunum. Söyle bana Camus, yoksa "Yabancı"laşıyor muyum?
Kütüphaneye eşyalarımı bırakıp, günlük gazete ve vazgeçilmez enerji(?!) kaynağım olan suyu almak için markete gittim. Oradan, Starbucks'a giriverdim, ki ben Starbucks sevmem. Mocha Frappuccino aldım, onu severim bak. Hem telaffuzunu, hem içimini. Gazetemi açıp son günlük kaçamağımı yapmayı planlarken içeri yaşlı bir teyze girdi, önümdeki masaya oturup benden önceki müşterilerin benim masama bıraktığı gazeteleri kurcalamaya başladı. Arada gördüğü ilginç haberleri benimle paylaştı. Normalde yaşlı insanlarla iletişim kuramam. Ayrı gezegenlerin canlılarıymışız gibi hissederim, ama bu sefer bastırdım içimdekileri, çünkü konuşmanın bir yerinde üniversitenin hastanesinde kaldığını söyledi. İyileştiniz mi dedim, az çok, yakında taburcu oluyorum dedi. Belki de uyduruyordu, bilemiyorum, aklı gelip gidiyordu çünkü. Ama yine de içim cız etti, yapayalnız güneşli bir cumartesi günü, gelmiş Starbucks'ta başkasının gazetesine bakıp tanımadığı bir kızla konuşuyor. Tek başına olma hali değil bu, bildiğin yalnızlık, en saf olanından hem de. Korktum, ömrümü hep kütüphanede geçirip sonra bir gün öyle olmaktan. Sex and the City'de Miranda'nın yeni evine taşındığında geçirdiği gibi, bir panik atak krizine girmesem bari dedim içimden.
Üstelik öncesinde biri markete giderken, biri alışveriş yaparken olmak üzere, iki kere çok tanıdığım bir koku geldi burnuma. O kokuya duyduğum teslimiyeti hissettim içgüdüsel olarak, şöyle bir saniyeden bile az bir süre için. Hemen silkinip kendime geldim her defasında. Ama içim tarifsiz bir sarsıntı geçirdi. Çünkü bu koku, yanımdan geçen birisinden, bulunduğum yerden, etrafımdaki nesnelerden gelmiyordu. Koku sanki rüzgarımın, saçlarımın dalgalanışının kokusuydu. Beynim bana ne demeye çalışıyordu? Ödev haftası sorulacak bir soru değil bu. Çünkü cevabını biliyorum, cevabının doğuracağı sonuçları da. O nedenle o soru ile şimdilik uğraşmamalıyım.
Onun yerine bugünün tema şarkısını seçtim. Camera Obscura-Hands Up Baby. Sözlerini de özensiz bir kopyala yapıştır yöntemi ile iliştiriyorum, dinlemeden önce konusu hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için:
i've been hanging round
everywhere you go in town
watching you forget me
i want to see you crack
i'm going to get you back
put your hands up baby
you're talking to me like i'm in your debt
you don't remember things i can't forget
now you don't look so well
turn that gun back on yourself
and take a load off baby
i've had enough this time
give me back my boots you swine
it's your fault you hate me
i only hate you 'cause i hate myself
it breaks my heart that i can't wish you well
now i could end this here
die and take you with me dear
it could be so easy
i don't care what you do
i’ll still be rid of you
just make your mind up baby
i'll turn around i'll walk away from you
if i turn back i'll be the death of you
sözlüğe de yazdığım gibi: "harika bir şarkı, insancıl, öfkeli, üzgün, sakin, sessiz. aynanın her iki tarafı: insanın iki yüzü, ilişkinin önü arkası. sevginin diyalektiği. güneşli bir haftasonunda, aniden duyduğunuz o eski kokunun, içinizde uyandırdığı kekremsi hissin şarkısı."
Derken, zorunlu eylemlerime dönme zamanı geldi çattı. Bu da böyle bir garip güneşli cumartesi olsun bakalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder