10.10.08

This is London!


Londra, benim hayatımda en sevdiğim şehirlerden birisi. İzmir ve Ankara'nın karışımı. Kalabalığı ise yormayan bir kalabalık, ki bunu benim gibi İstanbul'da insan yığını gördükçe sinir krizi geçiren birisi söylüyor. Üstelik burada akşam oldu mu barlardaki "kalabalık, öyle sıkış tepiş olacak türden kalabalık değil, yollara taşacak, insanların havadurumuna bakmadan yollarda bile ellerinde bardaklar, iç içe bira içtikleri bir kalabalık. Bu bile yormuyor. Nedeni sanırım, sürekli bir güvenlik tehdidi, görünen ilk dekolteden içeri sıvışmaya çalışan bakışlar gibi sorunlarla karşılaşmadan, her türlü insanla birarada olabilmenin rahatlığı sanırım.
O değilde, kozmopolitlikte sınır tanımayan bu şehirde, ben uzak durmaya çalıştıkça, Türk dedektörü gibi hep gidip Türklerin yanına oturuyorum. Örneğin, emniyette kayıt yaptırırken, sağ ve sol tarafıma birden bir türk konumlandırmayı becerebildim, üstelik ikisi de Jean Monnet Bursiyeri...Topu topu 80 kişiden oluşan bir grup için ilginç bir tesadüf. Hayır, farkına da varıyorum otururken, "Ya bu kız/çocuk kesin Türk, ama neyse..." deyip oturmaya devam ediyorum. Şu işe bakın, dün sınıfa Jean Monnet'li bir kız geldi. Boğaziçi mezunu. Akşamki konuşmada, bir Türk çocuğun yanına oturdum. Çocukla kız aynı ortaokuldan çıktı. Ancak ağlar bunlarla da bitmedi, çocuk Ankara Siyasal Kamu Yönetimi 2007 mezunu... Küçük, küçük hem de çok küçük şu yer küre...
Dersler deseniz çok süper geçiyor. Okulun ağırlıklı olarak İngiliz ve Amerikalı öğrencilerden oluşması, tartışmanın kapasitesini çok arttırıyor. Geçen sene yaptığımız, şurdan da baksak, şöyle de tanımlasak deyip laf salatalarından bıkmış, tek yaptığımızın sürekli hocanın gözüne girmek için kıvırtmak olduğundan yakınan birisi olarak, burada kullandığın her kelimeden hesap soruluyor olmasından memnunum. Aynı Ankara Siyasal'daki gibi. Bir düşüncen olabilir, ama bilgisiz düşünce kabul görmüyor. Mantıksız, afili cümleler kabul görmüyor.(Tamam arada yine içimden "Anadilinde konuşuyorsun, kurabildiğin cümle bu mu, salak Amerikalı!" diye kızıyorum, fakat çok çok arada oluyor bu. Üstelik hocalar o cümleyi bile öyle bir topluyor ki, "Vay be, baştan yarattı adeta." diye düşünüyorum.) Puan toplamak için konuşmaya puan verilmiyor. Hala bunlar bana çok zor gelse de, hala konuşacağım zaman çok heyecanlansam, saçmalamaktan korksam veya okuduğum şeyi anlamaya çalışırken, dan diye İngiliz ve Amerikalılar sorularını/eleştirilerini patlatsalar da, ben halimden memnunum. Çünkü etrafımda kesinlikle öğretici, düşündürücü bir ortam var. Ve bu baskı altında, 10 Kasım'a teslim edilecek 2000 kelimelik (12 punto ve iki boşlukla 5-6 sayfa yapar) yazıyı dert edinmeye başladım. Karşımdaki hocalar salak değil çünkü. Bu sefer bir şey kakalamakla sıyrılamam. Her kelimenin sorumluluğunu üzerimde hissediyorum, korkuyorum, fakat mutluyum. Olmak istediğim yerdeyim. Sonunda çuvallama ihtimalim olsa da.
Dünkü konuşma ise, yine sıkılacağımı düşündüğüm, Koç'taki inanılmaz soyut, sıkıcı, öğrencilerin soru soramadığı bir konuşma olmadı. Hatta kendim bile sorular ürettim. Konuşmacının inanılmaz kötü aksanına ve baş ağrıma rağmen en sonuna kadar kaldım. Kalkıp söz alan her bir öğrencinin sorularını takdir ettim. Bana göre çok düşünülmeden yazılmaya çalışılan yazıya, öyle sağlam eleştiriler geldi ki ve yaptıkları sadece "şurdan da bakalım, buradan da bakalım, şöyle de diyebiliriz" demek değildi. ABD'den Türkiye'ye, Nijerya'dan Kanada'ya siyasal tarihten örnekler verilerek, arada Siyaset Bilimi çalışanların teorik olarak da süper zenginleştirdiği, çok çok anlamlı bir tartışma bölümüydü. Kendimi Ankara Siyasal'daki gibi hissettim. Nezaketen sözde eleştiriler yapmak yerine, konuşmacıyı terletecek sorularla yazının altından üstünden girildi ve kadın cevap veremedikçe, kekeledikçe zevk aldım.
Sanırım UCL ile olan ilişkimi şu cümle ile özetleyebilirim: Hayatımdaki ikinci kurumsal aidiyetimi yaşıyorum...
En sevdiğim şehirlerden birisindeyim.
Mutluluk...
Bir de yurt bulmuş olsaydım ve bursum yatsaydı, katmerlenecekti, ancak Ortadoğu kültüründen gelen parçam bunu "nazar boncuğu" olarak kabul edip göz ardı etme eğilimine sahip...
Evet, evet... Sadece mutluluk... Hepsi bu.
Not mahiyetinde şunu da belirtmek isterim ki, Fransızların İngilizce konuşma beceriksizlikleri, teleffuz edememe sorunları nörolojik olarak incelenirse, vallahi maddi yardım bulma konusunda kapı kapı dolaşarak yardımcı olurum. Ne biçi aksan yahu o öyle... Bugüne kadar dinlediğim, içlerinde senelerdir İngiltere'de yaşayan Fransız akademisyen de olmak üzere, bir tanesi bile anlaşılır bir aksana sahip değil. "ğ"nin eksilmediği, "h"lerin söylenmediği, "th"lerin v gibi telaffuz edildiği bir İngilizce... Ben zaten aksan anlama konusunda, anadilimde bile başarısızım, İngilizce'de anlayacağım derken başağrısı çekiyorum sonunda. Yazık günah, biraz da dinleyiciler düşünülmeli diyor ve noktayı koyuyorum...
.

Hiç yorum yok: