Ben dün Paris Hilton ile beraber çıktım havaalanından, garip bir his azizim, sanki yüzümü saklayayım, gözlüklerim nerede moduna girebilirmişim gibi hissettim her an. Bir de kadının, gazetelere konu olabilecek kadar çok bavulu vardı, pembe ağırlıklı tonlarda. Gerçekten ilginç. Heathrow'un 3 numaralı terminalinde görmeye alışık olmadığımız görüntüler bunlar. Flaşlardan kör olmak, bir ünlünün peşi sıra kasım kasım kasılmak. Tanıdıklarımı arayıp, "Kimi gördüm tahmin edemezsin" ayağı çekmek ve hakikaten tahmin edememelerinden keyif almak.
Londra'yı seviyorum, çünkü burada her şey daha bir mümkünmüş gibi geliyor. Her an her yerde bir şeyler olabilir. İyi veya kötü fark etmez, sadece gerçekten varolmaya yakın bir his. Sanki dünya sizin küçücük kabuğunuzdan ibaret değil de, siz de sizden daha büyük bir gerçeklik de sürekli kesişebilirmişsiniz gibi. Yani hayat teğet geçmiyormuş gibi.
Bir kere bir şehire olan bağlılığımın, kendimi rahat hissettiğim, elimle koymuş gibi aradığımı bulabildiğim kitapçılarının olması ile ölçüyorum. Bu o kadar önemli bir şey ki, şimdiki evime yakın bir kitapçı olduğunu gördüğüm andaki mutluluğumu anlatamam. Her an kitap alıyorum demek değil bu, sadece sürekli içeri gidip kitap karıştırıp kafamda alınacak kitaplar listesi yapabilmekten mutlu oluyorum.
London Calling çalıyor sürekli kafamda. Paperchase'e girip renklerin içinde kaybolmayı, sokak sokak yürüyebilme lüksünü, LondonPaper ve Guardian'ı beraber okuyabilme basitliğini, otobüs ve metrolarda bir şey okumadığımda kendimi cahil hissetmeyi, gidip cd'ler dvd'ler almayı, Primark'ın dandikliğini, parkları özlüyorum uzak kaldığım an. Ve tabiki Thames'i, Covent Garden'ı... O kadar seviyorum ki bu şehri, öyle güzel görüyorum ki, renklerine o kadar hastayım ki, yeni bir fotoğraf makinesi aldım bu yüzden... Nasıl görüyorsam onu, öyle gösterebilmek için.
Sanırım, en erken Haziran'a kadar hasret gidereceğim bol bol. Şimdi bakınca parmakla sayılabilen rakamlarla kalmak içimi acıtıyor, ama ihtimalleri kabullenmek lazım.
Londra'dan ayrılmanın en sevinçli tarafında Zencefil var, onun bencilce, şımarıkça varlığı var. Ben çocukken de hayvan delisiydim, ama 10 seneden fazla bir süre boyunca, o sevgi kendini belli etmedi, şimdiyse beni bile hayrete düşürüyor fazlalığı, koşulsuzluğu. Annelik içgüdüsü değil bu, benden ve insanoğlundan bu kadar farklı olan bir canlının bize bu kadar benziyor oluşunun verdiği bir duygu. Tapınma gibi.
Eğer, Zencefil'den ayrılmayı hesaba katmazsak, işler tıkırında. Eve döndüğümde, üzerinde ismimin olduğu, komşulardan gelen yılbaşı kartları bulmak güzel. Burada en çok hoşuma giden şeylerden birisi bu sanırım. Postakutusunun doluluğu borçlanmaya eş değil. Her şey posta ile hallediliyor sanırım burada. Öyle ki, kendimi mektup yazarken, zarf doldururken ve postanede beklerken hissettiğim kadar İngiliz herhalde bir de bankada hissediyorum.
İngiliz hissedemeğim noktalarda da, hissettiğim gibi hissetmekten, olduğum gibi olmaktan rahatsızlık duymuyorum. Sanırım en gerçek şey bu burada. Bu rahatlık, bu tüm her şeyin kendi omuzlarında, kendi iradene bağlı olması.
Hepsini kabul ediyor, kucaklıyor Londra. Biz de onu, tabiki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder