27.9.08

Dikkat! Açık saçık reklam içeren bir blog yazısıdır.



Yeni, yepyeni. Olmak istediğim yerden, olmak istediğim şekilde. Caffè Nero'da öğleden sonra. Mocha ve cookie de yanyana. Her yerden internete girmeye yarayan mobile broadband modemler sayesinde, otobüste, cafede, orada burada fütursuzca açtığım bilgisayarım omzumu ağırlığıyla parçalasa da, işler yoluna giriyor. Gerçi bunu düşünürken henüz derslerin başlamamış olduğunu da hesaba katmalıyım, zira PBBC deneyimlerinden edindiğim izlenimlerle, pek umutlu değilim bu konuda. Yine de sevdiğim şehirdeyim ve sevdiğim diğer şeylere ulaşabilir mesafedeyim.
Fakat, yaldızlı, allı pullu bir gerçekliğim yok, çok zorluklar çektim. Evsiz yurtsuz bir halde, 25 kiloyu oradan oraya, yürüyen merdiven olmayan metro istasyonlarında tek başıma taşıdım (yardımını esirgemeyen, tanımadığım tüm herkese teşekkürlerimi sunarım), taşırken ayağım takıldı, düşeyazdım, yorgunluktan öldüm, son günlerini eğlenerek geçirmek isteyen arkadaşları eve kapattım kendimle beraber, ıslandım, üşüdüm, piştim. Ne beklediysem tersi oldu. Tahammül ettim.

Şimdi bakıyorum da önümde beni bekleyenler mükemmel şeyler değil, olmayacaklar da. Tıpkı geride olan biten diğer şeyler gibi. Benim gibi, sizin gibi. Lise 1'de fark edilen bu gerçeğin huzuru. Tıpkı Doors'un bize söylettiği gibi: "Takes it easy, baby/ Take it as it comes/ Don't move too fast". Atıl olmadan, uyumlu olabilmek böyle bir şey sanırım.

Tabi şehir, 2 sene öncesinden farklı. Bir kere ekonomik bunalım, alt üst etmiş insan psikolojisini. Gerginlik sokaklarda. Delilik her an karşınıza çıkabiliyor. Otobüste otururken sarhoş bir kadın yalnızlığını tanımadığı bir adamla hafifletmek için komik durumlara düşebiliyor.
Fakat mükemmelik değil, daha insancıl bir yaşam beklediğim. Günün tüketen temposunu 10 dakikalığına da olsa üzerimden atmamı sağlayan parklar bulabilmek, canım istediğinde yürüyecek ya da sinemaya gidebilecek alanlara sahip olmak. Akademik olmayan uğraşların bir gün içine sığmasının mümkün olabilmesi. Bu yüzden hayranım bu şehre. Üstelik en çok sevdiğim iki şehrin, İzmir'in ve Ankara'nın karışımı gözümde.
Sonra evimin dibinden geçen tek bir otobüsle okuluma gidebiliyorum, okuldan da Thames kenarına veya Oxford Street'e.

Mesela böyle bir sokağa bakıyorum, kafamı pencereden uzattığımda.

Bir de şu kedileri sevip mıncıklıyorum (Zencefil'in yerini tutmasa da).




















Kediler komşuya ait. Sabah akşam sokakta geziyorlar. Zenco görse kıskançlıktan çatlardı herhalde. Yalnız bu pek de ufak olmayan yaratıklar, sevgiye bir açlar, bir konuşuyorlar insanlarla, bir zıplaya zıplaya ellerinize sürtünüyorlar ki, bu kadar uğraşa kayıtsız kalmak mümkün değil.

Okul deseniz, ana binası ile beni benden almış durumda (sınıftaki yabancı öğrenci azlığı ile bir başka açıdan beni benden aldı, ama o sayılmaz.) Gerçi Siyasal Bilimler binası da güzel de, takdiri size bırayorum buyrun bakalım:



Böyle bir gidişat benimkisi işte. Bakalım daha nerelere varılacak...

Hiç yorum yok: