Mr Big şehri terk eylemek üzereyken bir gece yarısı Carrie elinde koca bir pizza ile onu aniden ziyaret eder. Spontaneliğin kattığı o farklı anlam ile plakların arasından seçip beğendiği bir tane ile Moon River çalmaya başlar.
Ve ben bir anda 2005 senesinde, tek başıma Uçan Süpürge film festivalinde, gönüllülüğün paha biçilemez değerine karşılık izlediğim filme döndüm. Breakfast at Tiffany's!!! Ardından uzun uzun "Wanna-be Audrey Hepburn" halet-i ruhiyesinde dolaştığım günler geldi aklıma. O filmde Hepburn'un canlandırdığı o kırılgan kadın geldi. Gitar sahnesi geldi.
Bir evin arkaya bakan balkonunda oturup akşamüstünü geçiştirmeye çalışmak gibi bir his bu. O günlerin özlemi, hüznü ve fakat gelip dönmek istemeyeceğiniz gerçeği, hepsini barındıran bir duygu.
Sonrasında dalga geçtiysek de "Atasay'da Kahvaltı" diye, Moon River ve Breakfast at Tiffany's, benim en sevdiğim klasiklerden birisidir. Hem eski hem de bugüne dair gibidir. Bir gün New York'ta birbirini seven iki insan arasında da dinlenebilir. Ya da birisini seven bir kadın da dinleyebilir bir sinema salonunda tek başına. Ve hatta o kadar özel olur ki tüm bu deneyimler, her dinlendiğinde gözleri doldurabilir.
Ve plak bir gün takılsa da, Adrey Hepburn'un o şarkıyı söyleyişi bu deneyimi yaşamış olanların kulaklarında yankı bulmaya devam eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder